29 Aralık 2014 Pazartesi

PROJECT CARS FORMULA ROOKIE IMOLA OYNANIŞ VİDEOSU

Razer Deathadder Türkçe İnceleme Videosu

24 Aralık 2014 Çarşamba

YAMAHA X CITY INCELEME TÜRKÇE



YAMAHA X-CITY TÜRKÇE VİDEO İNCELEME. KENDİ ÇEKİMİMDİR.



İLK MOTOSİKLETİM YAMAHA X-CITY 250 cc

Bu sene yıllar süren araba sevdamdan vazgeçip, motosiklet kullanmaya karar verdim. Bunda elbette maddi olarak küçülmeye gitmenin kararlılığı da vardı, ama yıllardır hiç özenmediğim ve de tehlikeli bulduğum için kaçtığım motosiklet sevdası sonunda beni de yakaladı ve 35 yaşında motorcu oldum. Daha çok, genç yaşlarda merak salınan bu illete ben de tutulmuş oldum böylece. İllet diyorum çünkü, başlayınca bırakması gerçekten zormuş. 

Hemen hızlı bir kurs araştırması yapıp, evrakları tamam edip, derslere başladım. Yaklaşık 1 ay süren bir kurs döneminden sonra, ilk sınavda ehliyeti almaya hak kazandım ve 1 ay gibi bir sürede de ehliyetime kavuştum. Sıra gelmişti motosiklet seçimine. Kursta kullandığımız en büyük motorlar 125'likti ve vitesliydi, ayrıca çok da dandiktiler. Deli gibi gaza gelip hızlı hızlı vites geçirip bastığınızda bile anca 70'e çıkan ve bağırmaya başlayan tuhaf motorlardı. Dolayısıyla bu tip motorları eleyerek başladım motosiklet aramaya ve iyi markalara baktım sadece. Sonunda hem servisi olduğu için hem de internette methini çok duyduğum için Yamaha X Max'te karar kıldım. 250'lik ABS'li modele kafamı taktım, ancak beğendiğim bu motor meğersem o kadar tutan bir motormuş ki, gel zaman git zaman Bayii'de ne ABS'lisini ne de ABS'siz olanını bulabildim. Ben de baktım olmuyor ve artık deli gibi motor almak istiyorum, beklemeyi bırakıp X-City 250 almaya karar verdim. Hem motorları aynıydı, hem de X-Max'e göre biraz daha alçak olduğu için binmesi kolaydı. Motoru bir cumartesi günü eşimle gidip tüm teçhizatlarıyla aldık ve motorumuz pazartesi güne bize teslim edildi. Ancak kursum hala devam ettiği için ve bende de zaten cesaret olmadığı için motorumu eve kadar bir arkadaşım getirdi. Bir süre motor kapının önünde öylece yattı, ama olsun güzeldi ve ben her gün gidip bakıyordum ona. Sonra zamanı geldi ve bindim. Aman Tanrım o nasıl bir güçtü öyle, kurstaki motorlardan sonra bir sürat motoruna binmişim gibi hissettirmişti beni X-City. Elimin gazına alışması oldukça uzun zaman aldı diyebilirim. Birkaç kere çok hızlı kalkıp, fırladığım için düşme tehlikesi de geçirdiğim oldu hatta. Ama böyle kör-topal alıştık birbirimize ve şimdi mutluyuz. Alıştıktan sonra X-City 250 benim için vazgeçilmez bir parça haline geldi.


Efendim biraz motosikletimin özelliklerinden bahsetmem gerekirse, teknik özelliklerine çok girmeden anlatayım, zira ben de yeni bir motorcu olduğum için bu konudaki bilgim az. Öncelikle X-Max kadar olmasa da gayet dikkat çekici bir motor, hemen hemen her gün, nereye gidip park edersem edeyim, birileri gelip tanıştı, kaça aldın vs. diye sordu. Yani motor kendini gösteriyor. Bunun dışında artçılı kullanımda da oldukça rahat bir motosiklet. Sele oldukça rahat, artçı için de oldukça konforlu. Sele altı bagajı ufak bir sırt çantasını ve eldiven, ceket gibi şeyleri sıkış tepiş de olsa alabiliyor. Ben arkaya 2 tam kask alan Yamaha çanta taktırdım ve kaskları da elimizde taşımaktan kurtulduk. Motor artçılı kullanımda bile oldukça atak ve yokuşlarda gayet iyi fırlıyor, basınca gidiyor yani. Yanıma gelip vın vın yapan çoğu süslü ama içi boş makineyi adeta yemiştir ışıklarda. Gösterge panelinde hız, benzin ve motor hararet göstergeleri varken, dijital ekranda da saat, hava sıcaklığı, km. saati gibi bilgiler yer alıyor. Işıklandırması mavi ve oldukça şık. Alt kısımda küçük bir torpido gözü var, buraya da güneş gözlüğü, telefon gibi ekipmanları koyabilirsiniz. Bir de ufak bir kanca var altta, normalde kapalı duruyor, açıp birkaç hafif poşeti rahatlıkla takabiliyorsunuz üzerine. Kısa farlar kontağı çevirince otomatik yanıyor, yan ayağı indirince de motosiklet otomatik stop ediyor. Güzel yapmışlar. Frenlere başta biraz zor alıştım ama bunda motor tecrübemin olmaması da etkili oldu. Motorun en kötü özelliği, süspansiyonlarının sert olması, bu da özellikle taşlı yollardan geçerken çok sallanmasına neden oluyor, ama sertlik motorun ruhuna sportiflik kattığı için kabül edilebilir bir eksi bence. Birkaç fotoğrafını da paylaştığım motorum kısaca böyle. Yakıtı 100 km.'de 3-3,5 lt. civarında. 250 cc. için iyi bir değer ve henüz 1100 km.'de olduğu için belki de zamanla düşecektir.  



22 Aralık 2014 Pazartesi

EN SON NE OYNADIM 3


3. BÖLÜM

Bu ara harıl harıl Project Cars oynuyorum. Böyle bir oyuna acaip ihtiyacım varmış. Assetto Corsa'yı her ne kadar çok sevsem de, biraz sıkılmıştım hep aynı şeyi yapmaktan. Şimdi Project Cars bu boşluğu doldurmuş oldu. Oyunun derinlemesine bir incelemesini yazmak istiyorum ancak şu ara kendimi youtube kanalına video çekmeye kaptırdığım için henüz fırsat bulamadım. Ama en kısa zamanda layikiyle bir inceleme yazacağım inşallah.

Bunların dışında ucundan kıyısından baktığım birkaç oyun oldu, hemen onları da tavsiye edeyim. İlk oyunum Steam'e yeni düşen Never Alone diye bir oyun. Oldukça değişik, kendine has bir yapısı var, biraz daha sararsa belki incelemesini de yazarım ama size tavsiyem göz atmanızda fayda var.

Dün de Spintires diye bir oyuna baktım azıcık, oldukça keyifli geldi, ama dediğim gibi bu aralar Project Cars'a kendimi daha çok kaptırdığımdan oyun hakkında ahkam kesecek kadar bilgi sahibi değilim, fakat 5 dakika bakıp çıkmama rağmen, oldukça hoşuma gitti ve ben bu oyuna bir ara tekrar döneyim dedim.

Ucundan kıyısından azıcık baktığım oyunlardan biri de Android'de Plague Inc. diye bir oyun oldu. Bu oyun Steam'de de satılıyor ancak almamıştım. Google Play'de bedava görünce aldım ve oynadım, değişik ve tavsiye edilir bir oyun bence. Alın ve deneyin. Konu değişik. Amaç, Dünya'yı hasta etmek, bir ülke seçiyorsunuz ve başlıyorsunuz mikrop yaymaya, oyun görüntü olarak çok basit dursa da sağlam strateji istediğini ve kafa yorduğunu belirteyim.

Son olarak da azıcık The Vanishing of Ethan Carter'a baktım, sonra dedim ki, sen bu oyunun başına bir ara otur ve keyfini çıkara çıkara oyna. Güzel, gizemli bir oyun. Parasını hak ediyor, görsellik de gayet güzel. Doğa manzaraları eşliğinde azıcık gerilim azıcık gizem peşinde dolaşıyorsunuz. 

Şimdilik bu kadar, sağlıcakla kalın.

PROJECT CARS SESLİ ANLATIM BMW M3 GT4 MOUNT PANORAMA



Kendi oynayayıp, yorumladığım Project Cars Türkçe İnceleme Videosu. Ayrıntılı bir yazı da yolda sayın okuyucularım. 

PROJECT CARS JAGUAR IMOLA NIGHT DRIVE PRACTICE

18 Aralık 2014 Perşembe

INCENDIES DİYE MUHTEŞEM BİR FİLM




Incendies...

Hayatımda beni en fazla şaşırtan filmlerden biriydi diye başlayayım. Hatta şaşırtmak az kalır, şok edecek kadar çarpıcı bir film Incendies. Türünü dram olarak nitelendirebiliriz bu nedenle uzun bir süre yavaş ilerliyor ama  zaman zaman araya sıkıştırdığı öyle sert sahneler var ki, o sahnelerde yüreğiniz yerinden oynuyor adeta, insanoğlunun kirli duygularını sorguluyor, kızıyor ve üzülüyorsunuz.  Ama esas çarpıcı kısım bunlar da değil, esas çarpıcı kısım "dan" diye kafanıza vurulan son. Şok edici son.

Film biri erkek (Simon) biri kız (Jeanne) olan ikiz kardeşlerin annelerinin vasiyetini öğrenmesi ile başlıyor. Vasiyete göre anneleri; çıplak bir şekilde, yüzü toprağa, sırtı ise Dünya'ya dönük olarak gömülecek ve başına ne bir mezar taşı konulacak ne de bir yerde ismi yazacaktır. İkizler bu ilginç isteği öğrendikten sonra gene anneleri tarafından hazırlanmış iki zarftan biri kayıp abilerini bulması ve ona vermesi üzerine Simon'a, diğeri de kayıp babalarını bulması ve aynı şekilde teslim etmesi üzerine Jeanne'a verilir. Son olarak da ikizlere, bu görevlerini yerine getirdikten sonra alıp okuyabilecekleri 3. bir zarf daha olduğu ve ancak o zaman annelerinin ismini bir mezar taşına yazabilecekleri açıklanır.

Başlangıcı bile oldukça ilginç bir film değil mi?

Simon annelerinin bu isteğini saçma bulurken, Jeanne kardeşine karşı çıkar ve hemen annesinin doğduğu topraklara, Lübnan'a doğru yola koyulur. Sonra Jeanne'ın öğrendiği kimi gerçeklerle beraber Simon da duruma kayıtsız kalamaz ve o da Lübnan'a gidip abisini bulmak için her türlü mücadeleyi vermeye başlar.

Filmin Lübnan'daki kısmı bir ikizlerin gözünden bir de annelerinin hatıraları üzerinden anlatılıyor. Biz de bu sırada Lübnan'ın eski halini ve yeni halini görüyor, nelerin değiştiğine tanıklık ediyoruz. Lübnan'ın eski halinde iç savaş, huzursuzluk ve acı var. Yazımın başında belirttiğim insanın yüreğini yerinden oynatan acılar var.

Türkçe'ye İçimdeki Yangın olarak çevrilmiş bu filmi iyi bir sinema sever olan herkese tavsiye ediyorum. Film oldukça uzun, izlemesi biraz sabır istiyor, ancak kesinlikle buna değer. Bu filmi kaçıran çok şey kaçırmış olur benden söylemesi. Son olarak, filmin içerdiği bazı sahneler nedeniyle çoluk-çocuk izlenebilecek bir film olmadığını belirteyim. Ayrıca bu filmi ya yalnız izleyin ya da sanatsal ve dram filmlerine katlanabilen birileriyle izleyin. Yoksa filmin ilk yarım saatinden bile sıkılıp kaçabilirler. Neyse bu kadar konuşma yeter. Herkese iyi seyirler.

Yönetmen:  Denis Villeneuve

Oyuncular:  Lubna Azabal, Melissa Desormeaux-Poulin, Maxim Gaudette

17 Aralık 2014 Çarşamba

The Walking Dead Telltale Games Sezon 1 Hakkında İzlenimlerim

Aslında çizgi film grafikli oyunları sevmem. Gerçeklikten uzak gelir bana. O yüzden bu oyuna da çok soğuk bakmıştım başlarda. Fakat The Walking Dead'in Tv serisini ilk sezonundan beri ilgiyle takip eden biri olduğum için ve oyunla ilgili sağda solda hep güzel yorumlara denk geldiğimden Psn Store'da indirimde görünce hemen kaptım ve oynadım bu oyunu. Anladım ki önyargılı davranmakla hata etmişim. Çizgi film grafikli olduğu için gerçekçi olamayacağını düşündüğüm bu oyun süper ötesi grafiklere sahip pek çok oyundan daha fazla gerçekçiydi. Ve ben her gün bir episode bitirerek tamamladım oyunu.

The Walking Dead'in Tv serisiyle sadece bazı ortak karakterler barındıran oyunda başlarda Nick'i çok aradım ama sonra Clementine'e o kadar alıştım ki, oyunun ilerleyen bölümlerinde sanki kendi kızımın hayatından sorumlu bir baba gibi oynamaya başladım. Oyun her bölümde farklı bir macerayı ele alıyordu ama bölümler arasındaki bağ tıpkı Tv serisindeki gibi, acaba sonraki bölümde ne olacak diye merak içinde bırakarak ilerliyordu. Bu nedenle oyunu denemek isteyenlere tavsiyem tüm sezonu almaları, çünkü dayanamayıp biran önce bitirmek isteyeceksiniz.

Oyunun episode'larında neler yaşandığını spoiler olmaması açısından anlatmayacağım. Ama duygularınıza hitap edecek bir oyun arıyorsanız bu oyunu mutlaka denemenizi tavsiye ediyorum. Siz de Clementine'in kontrolünü elinize alarak onun hayatta kalma mücadelesine ortak olun ve iyi bir oyun oynamanın tadını çıkarın bence. Ayrıca Playstation'da platin kupa almak istiyorsanız da oyunu bitirmenizin yeterli olduğunu belirteyim (Bazıları için önemli olur belki). Ben şu an Vita konsolumda Sezon 2'ye başladım. 2. Sezon da süper olmuş. Bitince daha detaylı bir yazı ile burada olmak istiyorum açıkçası. Herkese iyi oyunlar.

16 Aralık 2014 Salı

EN SON NE OYNADIM 2

2. BÖLÜM

Son bir ay içinde çok popülerden az popülere pek çok oyun keşfettim. Hemen başlayalım. İlk oyunum geniş bir incelemesini de yazdığım This War of Mine ' dı. Oyunu  aşkla üst üste 5-6 gün kadar oynadım. Hala da olsa oynarım ama şu an için şartlarım müsait olmadığından maalesef oynayamıyorum.

İkinci oyun ise Steam indirimlerinden aldığım ve nedense aylardır bir türlü elimin gitmediği Planet Explorers. Oyun uzun zaman boyunca kütüphanemde indirilmiş vaziyette beklese de bir kez başladıktan sonra beni uzun süre meşgul etti. Gecenin bir vakti su içmeye kalkıp biraz avlansam ya da maden kazsam dediğim surviving ve crafting tarzı bir oyun. Oyun haritası muhteşem derecede büyük. Bununla beraber farklı bir menüye geçerek gemiden arabaya, arabadan helikoptere pek çok araç tasarlayabildiginiz gibi pek çok farklı eşyayı da bu ekranda hayal dünyanızın el verdiği ölçüde yapabiliyorsunuz. Ama bu kısım biraz çetrefilli yada ben daha acemisiyim desem daha dogru bir yorum olur. Bu oyun henüz Alfa aşamasında ve doğal olarak biraz eksikler var ama yine de felaket derecede bağımlılık yapıcı. Benim çok uykusuz geceme neden oldu :) Oyunun tarzını da MMORPG olarak tanımlayabiliriz. Ama ben henüz multi kısmına giremedim.

Üçüncü oyun da daha önceden de oynadığım Euro Truck Simulator 2 oldu. Oyunu 1 yıldır oynamıyordum ve tekrar dönüş yaptım. Eskisinden de fazla süre oynadım sanırım. Bu yüzden de keşfettiklerim arasına alıyorum. Yalnız bu oyunu 900 derece dönen ve vitesi olan bir direksiyonla oynamanızda fayda var. Yoksa zevk vermez. Bir de ekran ne kadar büyük ve yakın olursa o kadar yolu hissedersiniz, benden söylemesi.

Assetto Corsa ' yı ise sürekli oynuyorum. Bununla ilgili pek çok videoyu youtube kanalımda bulabilirsiniz.

Son olarak da biraz Robocraft diye bir oyuna baktım. Steam' de bedava olan bir oyun, sitesine üye olup oyuna girebilirsiniz. Oyun da robot araçlar falan tasarlıyorsunuz ama ben pek bakamadım buna. Denemeye değer ve ücretsiz bir oyun.


3 Aralık 2014 Çarşamba

THIS WAR OF MINE




THIS WAR OF MINE İNCELEME


Bazı oyunlar vardır, öyle müthiş grafikler ve karakter modellemeleri sunmaz ama piyasadaki isim yapmış pek çok oyundan daha fazla oynama isteği uyandırırlar sizde. This War of Mine'da böyle bir oyun işte. Steam indirimlerinden aldığım pek çok meşhur oyun kütüphaneme indirilmiş vaziyette oynanmayı beklerken ben bu basit görünüşlü ama oldukça derin anlamlar barındıran ve bir o kadar da zor olan bu oyuna sardım. Hatta, Ps 4'de sürekli oynadığım Destiny'i bile rafa kaldırdım birkaç gündür ve sadece bunu oynuyorum.

This War of Mine, son zamanlarda çok moda olan surviving yani hayatta kalma üzerine kurulu ama bunu öyle güzel bir fikirle sunmuşlar ki, daha önce denediğim hiçbir oyuna benzemiyor. Oyun 2 boyutlu bir kere, alıp denemesem sadece youtube'dan baksam "bu ne be böyle" derdim ama iyi ki almışım ve oyuna girip bir göz atmışım. Oyun 2 boyutlu ve siyah-beyaz tonlarda. Diğer surviver tarzı oyunlarda moda olan zombilerden kaçma ve kıyamet sonrası senaryolar yerine daha gerçekçi bir şeye, savaşa tutunmuş ve çok iyi yapmış. Efendim yaşadığımız yerde savaş var ve bu nedenle hayatta kalmak için gerekli olan gıda, su, ilaç gibi malzemeler oldukça önemli ve zor bulunuyor. Hatta bu 3 malzeme altından daha değerli diyebilirim. Bu malzemeleri akşam şehrin çeşitli bölgelerinde dolaşarak temin ediyoruz ya da bir kısmını kendimiz yapıyoruz. İşte burası da işin en çetrefilli kısmı. Malzemeleri bulmak oldukça zor, her bölgenin kendine göre hem artıları hem eksileri var. Mesela terkedilmiş bir eve girdiniz ve içeride oldukça bol malzeme var ama alıp çıkamıyorsunuz çünkü bu tip mekanlar genellikle çetelerin elinde ve malzemeleri almaya çalışırken vurulup ölme riskiniz oldukça yüksek. Dolayısıyla bu işi ya çok iyi saklanarak ya da silahlanarak yapmanız lazım. İş burada biraz daha zorlaşıyor işte. Eğer saklanarak iş görecekseniz dışarıya yolladığınız karakterin özellikleri oldukça önem taşıyor ve her karakterin kendine has özellikleri var. Şöyle anlatayım, adamınız çok dirençli ancak yavaş olabiliyor ya da hızlı ama üzerinde çok fazla şey taşıyamayan çelimsiz biri olabiliyor. O yüzden stratejinizi çok iyi belirlemeniz gerek. Yok ben silah bulayım, dan dun dalayım ortalığa derseniz de, o iş hiç o kadar kolay değil. Silah bulamıyorsunuz öyle hemen, sadece silah parçaları bulabiliyorsunuz ve bu parçaları birleştirip ortaya adam gibi bir şeyler çıkarabilmek için crafting yaptığınız tezgahı geliştirmeniz gerekiyor. Tahmin edin şimdi kolay mı? Hayır. Geliştirme için de bin bir edavat lazım. Yani her daim bir eksik var ve siz doğru stratejiyi belirleyemezseniz 3-4 gün içinde ayvayı yemeniz işten bile değil. 

Oyundaki karakter olayını da çok değişik yapmışlar. Oyuna her sıfırdan başladığınızda şansınıza göre 3 veya 4 karakterle başlıyorsunuz ve yine her sıfırdan başladığınız da bu karakterler değişiyor. Diyelim ki ilk başlarken 1 erkek ve 2 kadın karakterle başladınız ve 5 gün hayatta kaldınız, ikinci bir sıfırdan başlamada bu sefer 3 erkek ve 1 kadın karakterle başlayabiliyorsunuz. Değişen de sadece cinsiyetler olmuyor, her seferinde nasıl karakterlere denk geleceğiniz bir muamma, şans işi yani. Mesela ben oyuna ikinciye sıfırdan başladığımda 4 karakter verdi bana ama bunlardan biri erkek olmasına rağmen yaşlıydı ve zırt pırt hastalanıyordu, dolayısıyla tüm günlerim onu hayatta tutmak için ilaç aramakla geçti. Bu yüzden elinizdeki karakterlerle ne yapacağınız, onları nasıl değerlendireceğiniz çok önemli. Tekrarlayayım, bu oyunda strateji demek her şey demek. 

Peki oyun nasıl bitiyor? Oyun size verilen karakterlerin hepsi ölünce bitiyor. Ama şu da var, her kaybettiğiniz karakterde diğer karakterlerinizin psikolojisinin bozulması ve canlarının hiçbir işle uğraşmamak istememesi gibi bir durum da söz konusu. Sırf o kadarla da kalsa iyi, kaybettiğiniz her karakter yaşadığınız yeri savunma şansını azaltıyor. Çünkü her gece birisini malzeme aramaya gönderirken, diğerlerini evi korumak için görevlendirebiliyorsunuz. Eee ne kadar çok koruyucu o kadar savunma tabii. Ayrıca biraz önce bahsettiğim şu karakterlerin psikolojik durumlarının bozulması olayı bazen başınıza ciddi şekilde dert olabiliyor. Eğer biraz duygusal karakterlere denk geldiyseniz ve ölen arkadaşlarını çok seviyorlarsa, günlerce yataktan çıkmadan duruyorlar ve ne verdiğiniz bir işi yapıyorlar ne de malzeme aramaya çıkıyorlar. Yatarlarsa yatsınlar da diyemiyorsunuz çünkü gıda ve ilaç lazım. Evde hiçbir zaman deliler gibi bir stoğunuz olmuyor. Her şey kıt kanaat yetecek kadar, keyfi harcanabilecek hiç zaman yok. O yüzden karakterlerinizin sağlığını ve açlık durumlarını çok iyi takip etmeniz lazım. Bunun için de çok aç kalmayan birine yiyecek vermemelisiniz ya da bazı hastalıklarda hemen ilaçla tedaviye gitmemelisiniz, götürüp karakterinizi yatırmalı ve dinlenerek iyileşmesini sağlamalısınız. Ayrıca çok soğuk olduğu zamanlar sobayı sürekli sıcak tutmalısınız ki üşütüp hasta olmasınlar ve ilaçlara çok elzem olmadıkça ihtiyaç kalmasın.

Bir de arada bir sizi ziyaret eden komşulardan ve yabancılardan da bahsederek yazımı bitireyim. Arada bir gelen bu kişiler komşuysa eğer ya sizden yardım istiyorlar ya da iyi niyet göstergesi olarak biraz gıda ikram ediyorlar. Komşu olmayan diğer yabancılar ise bir nevi satıcılar, ama paranın geçmediği bu Dünya'da takas yoluyla alışveriş yapılıyor. Gelen kişiyle iletişime geçtiğinizde onun elindekileri görüyorsunuz ve ihtiyacınız olan malzemeleri seçiyorsunuz tabii bunun bir karşılığı var, o da sizden verdiği şeylerin değerini karşılayacak malzemeler talep ediyor. Genellikle 1 ya da 2 parça yiyecek almak için, verecek çok şeyiniz olması lazım, daha öncede bahsettiğim gibi gıda altın değerinde. Bu nedenle 30 parça metal ve tahta verip 1-2 parça yiyecek alırsanız kendinizi şanslı saymalısınız. O 1-2 parça yiyecek demek hayatta kalınabilecek 1-2 gün daha demek çünkü. 

Oyunda ben en fazla 15 gün hayatta kalabildim, şu an beşinciye sıfırdan başlamış durumdayım ve onuncu gündeyim. Durumlar fena değil, sanırım bu sefer 15 günden daha fazla hayatta kalabileceğim. Bu oyunun amacı hayatta kalmak ve bunu mümkün olduğunca uzun süreli başarmak. Oyuna her sıfırdan başladığımda geçmiş oyunlarda yaptığım hatalardan aldığım derslerle daha farklı stratejiler geliştirmeye ve daha bir hevesle oynamaya başladım. Sanırım oyunun bağımlılık yapan kısmı da bu. Her seferinde "bu sefer şöyle yapacağım, bu sefer böyle deneyeceğim" diyerek hırslanıyor ve inanılmaz bir oynama isteğine kapılıyorsunuz. This War of Mine ince düşünülmüş detayları, birbirinden farklı karakter psikolojileri ile beni benden aldı. Herkese bu oyunu tavsiye ediyorum. Son zamanlarda çıkmış en başarılı oyunlardan biri, kaçırmayın. 

27 Kasım 2014 Perşembe

SENNHEISER PX 100 ii İNCELEMEM



KULAKLIĞA O KADAR PARA VERİLİR Mİ?

Evet kulaklığa o kadar para verilir mi? diye sorarak başlamak istiyorum, çünkü insanlar genelde bu tepkiyi veriyor. Aslında sadece kulaklık değil, değer verilen, keyif veren her şeye para harcanabilir bence. Kulaklık işi de böyle. Eğer müzik sizin için önemliyse enstrümanları tek tek duymak istersiniz ya da bas güm güm vursun kafamın içinde hissedeyim dersiniz. Çok normal. Dolayısıyla imkan varsa verilir bence.


Benim bugün bahsedeceğim kulaklık aslında o kadar da pahalı bir kulaklık değil, fiyatı en son 180 TL. civarındaydı, hala daha "yuh bu mu pahalı değil?" diyenler varsa, zaten bu yazıyı hiç okumasınlar. Zira 1000 lira ve üstü kulaklıklar da olduğunu hatırlatıp, Sennheiser'ın bu modelinin fiyatının hakkını fazlasıyla verdiğini ve gayet kaliteli bir müzik zevki sunduğunu söyleyeyim.


Kulaklığın kaç desibel olduğunu hatırlamıyorum açıkçası, teknik bilgilere ürünün satışını yapan her yerden rahatlıkla ulaşabilirsiniz. Benim özellikle bahsetmek istediğim şeyler, bir kullanıcı olarak kulaklığı nasıl bulduğum olacak ama kulak konusu oldukça değişken bir konu olduğundan naçizane fikirlerimi paylaştığımı da söyleyebilirim. Neyse konu fazla dağılmadan başlayayım. 


Kulaklık oldukça hafif, kafanızın üzerine ve kulaklarınıza baskı yapmıyor. Ayrıca kulaklığın taç kısmına eklenmiş olan süngerler de konforu arttırıyor. Bence bir kulaklıkta en önemli unsur olan kablo kalitesi ise gayet iyi. Kumaş kablo kullanılmamasına rağmen kullanımı zorlaştıran bir tarafı yok ve şimdiye kadar hiçbir problem çıkarmadı. Kulaklıkla çok uyuya kaldığımı ve kablonun kim bilir ne badireler atlattığını da düşünürsek, 2 senedir kullandığım kulaklıktan hala daha bir arıza çıkmadığını belirteyim (Aman Maaşallah diyeyim). Kulaklığın ses kalitesi ise oldukça iyi, daha takar takmaz "harbiden de kaliteliymiş" dedirtiyor insana. Yalnız kulaklığın bas ağırlıklı olduğunu ve özellikle bas ağırlıklı şarkılarda coştuğunu vurgulayayım. Klasik veya daha sakin müzikler dinliyorsanız diğer kulaklıklardan pek farkını göremeyebilirsiniz. Bu nedenle bas ağırlıklı müzik dinleyenlere tavsiye ediyorum. Kulaklığı hangi cihazlarla denediğime gelirsek, Ipod Touch, Iphone 4S, Note 3 telefon ve MSI GE 70 laptop ile kullandım. Portatif cihazlar için de en muhteşem performansı Apple ürünleri ile verdi ki bu da müzik konusunda kendini kanıtlamış bir marka için gayet normal. Apple ürünleriyle kullanırken sesin de oldukça yüksek çıktığını belirteyim. Bu arada kulaklığınızı kullanmadığınız zamanlarda fotoğraflardaki gibi katlayayıp gömlek cebinize falan koyabiliyorsunuz.



Peki kulaklığın bu kadar artısını saydık eksisi yok mu? Var tabii. Biri açık bir kulaklık olduğu için dışarıya da bangır bangır yayın yapması (ama bu açık kulaklıkların hepsinde olan bir şey, eksi sayılmamalı belki de), ikincisi de beyaz rengi nedeniyle çabuk kirlenmesi. Siyah rengi de var mıydı hatırlamıyorum, varsa o tercih edilse daha iyi olur.

Sennheiser kulaklık konusunda bayağa kendini kanıtlamış bir marka, azıcık bu işlere merakı olan bilir zaten. Ben bu markanın CX 300 ve CX 200 serilerini de kullanmış biri olarak hiç çekinmeden gidip 3. kulaklığımı da Sennheiser aldım. Diğerlerine ne oldu derseniz? Benim hatam nedeniyle bozuldular. PX 100 ii'yi CX serilerinden daha rahat buldum, ses kalitesi olarak kıyasla derseniz de CX 300 ile kafa kafaya gibi derim. Tabii hatırladığım kadarıyla söylüyorum bunları, zira CX 300'ü kullanalı çok oldu. PX 100 ii kulaklığı gümbür gümbür müzik dinlemeyi seven herkese tavsiye ediyorum, ama sık seyahat eden biriyseniz dışarıya ses vermemesi açısından CX serisi kulak içi bir kulaklık tercih etmeniz daha yerinde bir karar olacaktır. 

26 Kasım 2014 Çarşamba

UMUT IŞIĞIM DİYE BİR FİLM




UMUT IŞIĞIM (SILVER LININGS PLAYBOOK)

Hayatla ilgili ders veren filmleri seviyorum özellikle bu tip filmlere kendi hayatımda da çalkantılar yaşadığım zamanlarda denk gelirsem filmin içeriği benim için daha bir anlamlı hale geliyor. Film izlemeyi sevdiğim kadar boş filmlere denk gelmekten de bir o kadar kaçınırım. Yani iş olsun diye, vakit geçsin diye izlemem bir filmi. O kadar zaman harcadığım, dikkat verdiğim bir olayın buna değmesine özen gösteririm. Bu yüzden, en az filmi izlediğim kadar bir zamanın dörtte birini ne izleyeceğimi araştırarak geçiririm ya da zevkine güvendiğim birkaç kişinin veya sitenin önerisine bakarak doğrudan izlerim. Dolayısıyla, film zevkimin iyi olduğu söylenebilir, bunu biraz da insanların bana arada sırada "ne önerirsin?" diye sormasına bağlı olarak söylüyorum. Kendimle ilgili bu ipuçlarını sıraladıktan sonra artık bana güvenebilirsiniz sanırım ve rahat rahat film tavsiyeme geçebilirim.

Öncelikle filmde Robert De Niro oynuyor bu bile bir filmi izlemek için gayet yeterli bir neden sayılır değil mi? Ama sadece o değil, tüm oyuncular çok iyi. Baş rollerini Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence'ın paylaştığı bu filmde, Robert De Niro esas kahramanımızın babası rolünde. Ama korkmayın, filmde oldukça fazla görünüyor ve ağırlığı oldukça yüksek olan sert bir karakter. Filmde Bradley Cooper bir öğretmen ve karısını duşta bir erkekle bastıktan sonra aşırı şiddet uygulamaktan (çok şükür ki böyle bir şey başıma gelmedi ama gelse insan o an nasıl sakin kalır o da ayrı tabii:) psikiyatri kliniğine ya da öyle bir yere yatırılıyor. Zaten filmimizde burada başlıyor, biz ara sahnelerle öğreniyoruz en başta söylediklerimi, ama bunlar spoiler sayılmadığı için yazıyorum çünkü filmin en başında veriliyor bu bilgiler ve filmin konusunu öğrenmek için girebileceğiniz çoğu sitede de mevcut. Neyse konumuza dönecek olursak bu psikiyatri servisinde uzun süre tedavi gören ve ağır ilaçlar kullanan karakterimiz artık öfkesini kontrol edebildiğine kanaat getirilince taburcu ediliyor. Karakterimiz halk arasında daha çok manik depresif diye tabir edilen ve benim de filmde diğer adını öğrendiğim bipolar bozukluk diye bir hastalıktan muzdarip.

Kahramanımız hastaneden çıktıktan sonra ailesinin yanına yerleşiyor. Bu süreç de hiç kolay geçmiyor tabii ki. Çünkü başında hem çok baskın bir baba karakteri var hem de eşini onca şeye rağmen hala unutamamasının verdiği acı duygular. Kahramanımız bu süreci kitap okumak,spor yapmak gibi çeşitli aktivitelerle atlatmaya çalışırken bir gün karşısına psikolojik yönden en az onun kadar sorunlu olan Jennifer Lawrence çıkıyor. Bu karşılaşmadan sonra da filmin güzel tarafı başlıyor işte, ikili arasında hayata dair o kadar güzel dipnotlar var ki, sanmıyorum ben insanım diyen biri etkilenmesin. Bu film her ne kadar psikolojik bir rahatsızlığın üzerinden gitse de, sizin de filmi anlamak için kırık bir kafaya, hastalıklı bir ruh haline sahip olmanıza gerek yok. Çünkü bazı filmler vardır, yönetmenin ruh haline girmedikçe anlayamazsınız, işte filmin böyle olmadığının altını özellikle çizeyim. Film aşkı, umudu, baba-oğul ilişkisini, dostluğu ve gerçek sevginin nasıl bir şey olduğunu anlatma derdinde ve derdini anlatmayı da gayet iyi başarıyor.

Oyunculuklar çok başarılı diyebilirim. Filmin ağır basan kısmı dram olmasına rağmen durağan ve sıkıcı sahneler yok. Film izlediğiniz süre boyunca dikkatinizi ayakta tutmayı başarıyor. Bu yüzden bir şekilde denk gelirseniz kaçırmayın diyorum. Hım bir not daha, filmin orjinal adı ile çeviri adı çok alakasız olsa da bence Türkçe adı filmin vurguladıklarıyla daha iyi eşleşmiş hatta keşke orjinal adı da bu olsaymış dedirtti bana :)

SILENT HILL DENİNCE




SILENT HILL SERİSİ

Silent Hill'le tanışmam sene 2004'tür, bu sene konsollarla da ilk tanıştığım zamandır. Askerden yeni gelmişim, işsizlik gibi bir durumla uğraşıyorum ve o ara hayatımda düzgün giden pek bir şey yok. Askerden beraber geldiğim ve kendisi de memleketlim olan arkadaşımla takılıyoruz sürekli. Onların ev müsait olduğu için genelde ben onlara gidiyorum ve muhabbet ediyoruz. Sonra arkadaşım hem can sıkkınlığımıza biraz çare olur diye hem de oyalanırız diye bir arkadaşından ödünç aldığı Ps 1 konsolu ile geliyor eve. O zamanın gözde konsolu Ps 2 ama bizim elimizde bu var ve bu da benim Playstation'la ilk tanışmam. Neyse yanına da birkaç oyun almış, birkaç tane deniyoruz sarmıyor, sonra Silent Hill'in kapağı dikkatimizi çekiyor ve "bu iyidir herhalde" diyerek denemeye karar veriyoruz. Veeee oyunu makineye taktıktan sonra, diğer oyunlara uzunca bir süre elveda diyerek yeni bir işimiz olduğunu keşfetmemiz uzun sürmüyor. İşimiz kayıp kızı bulmak artık. Günlük rutin iş başvurularımızı yapıp, günlük işleri de bitirince tüm işimiz bu. Rutin şeyler bitince adeta koşarak oturuyoruz Ps 1'in başına. Oyun bizi gerim gerim germesine rağmen kendimizi oynamaktan alıkoyamıyoruz, ama bir yandan da insanın içini saran hüzünlü bir hikaye var ortada. Oyun değil bambaşka bir şey bu. Kendimizi eve kapatıp Silent Hill partisi yapıyoruz her gün. Bazı bölümleri de geçmek hiç o kadar kolay değil, hele o meşhur piyano sahnesi yok mu? Günlerce buna kafa patlattığımızı hatırlıyorum ve inatla internetten yardım almamıştık. Sonra bölümler geçiliyor ve ben Silent Hill'in puslu havasını soluya soluya oyunun tutkunu haline geliyorum ve bugün bile hala aklımda olan bu oyunu yazma gereği duyuyorum. Silent Hill benim için bir oyundan çok daha fazlası, bir efsane.


Birinci oyunda, sanırım en çok küçük boylu bebek benzeri canavarlardan korkmuştuk, sonra hastane bölümünde karşımıza çıkan hemşire ile aramızda duygusal bir bağ oluşmuştu ayrıca polis kadın karakter, yanlış hatırlamıyorsam adı Cybil idi, onunla da benzer bir ilişki içerisine girmiş, sonrasında Cybil'in değişmesi ile beraber kendimizi hem derin bir hüznün içinde hem de korkunun içinde bulmuştuk. Bugüne kadar gördüğüm en sağlam Boss'lardan biriydi Cybil ve savaştığımız mekan insanın tüylerini diken diken eden bir lunaparkta, atlıkarınca üzerinde geçiyordu.

Birinci oyunu bitirdikten sonra yollarımız da arkadaşımla bir şekilde ayrılmıştı ama Silent Hill'le geçirdiğim o tuhaf keyif zamanlarını hiçbir zaman unutamamış, oyunun devam oyunları olduğunu öğrenmiş, biran önce nasıl oynayabileceğimin planlarını yapar olmuştum. O aralar Ps 2'ye çıkmış olan Silent Hill 2 ve 3'ün sadece bu konsola özel olduğunu öğrenerek üzülmüştüm. Sonra evimize bir masaüstü Pc alınca, öğrendim ki oyunun Pc versiyonları da varmış, Sevinçten dört köşe olmuştum resmen. Hemen oyunları edindim ve önce serinin 2. oyununu oynamaya başladım, üstelik bu sefer yalnız oynuyordum ve gördüm ki, benim Silent Hill'e duyduğum aşk boşuna değilmiş ve 1. oyunda tanık olduklarımdan daha fazlası Silent Hill 2'deymiş. Bu hala daha değişmedi benim için. Serinin 2. oyununu, oyun dünyasının efsanelerinden biri olarak kabul ediyorum ve tahtını kendi devam oyunları da dahil kimseye bırakmayacağına eminim.

Peki neydi Silent Hill 2'yi özel kılan? Bazı korku filmlerinde ve oyunlarında görmeye alışık olduğumuz şekilde vahşetle, iğrençlikle korkutmuyordu insanı. Müzikleriyle, ortamıyla ve derinlemesine oluşturulmuş karakterleriyle geriyordu. Oyun üzerinizde resmen psikolojik baskı kuruyordu, kayıtsız kalamayacağınız, "öf bu ne şimdi" deyip kapatamayacağınız şekilde de ustalıkla yapıyordu bunu. Bir yandan da bu gerilimin arka planında yaşattığı aşk hikayesi ile kendi türüne ters bir şekilde başka bir hikaye anlatıyor ama bunu da oyunun içine öyle güzel yediriyordu ki, belki de oyunu unutulmaz kılan denediği bu farklı yaklaşımdı. Tabii tüm bunların kurgulanmasında bence inanılmaz derecede katkısı olan faktörlerden biri de, Akira Yamaoka'nın müzikleridir. Oyunun müzikleri o kadar başarılı ki, oyunu oynamadığınız zamanlarda bile mp3'e atıp dinlemek isteyeceğiniz türden diyebilirim. Ben oyunu bitirdikten sonra bu müzikleri kim yapmış acaba diye merakla araştırdım. Hiçbir oyundan sonra oyun müziği araştırdığımı hatırlamıyorum. Hemen hemen oynadığım her oyunda bir şekilde müziği duymuşumdur ama hiç kulağımı dört açıp dinlediğim bir oyun müziği hatırlamıyorum.

Neyse ben Silent Hill 2'yi burada keseyim yoksa üzerine konuşacak daha çok şey var, ama halen oynamayanlar varsa inanın çok şey kaçırmış demektir, üstelik oyunun Hd versiyonu X Box 360 ve Ps 3 için çıkmışken bence kaçırmayın. Bu konuda küçük bir not: İnternette okuduğum karşılaştırma yazılarında hd versiyon için yapılan yeni seslendirmenin eskisinden daha kötü olduğu belirtilmiş, bu nedenle eski versiyonun sesleri ile oynamanızı tavsiye ederim (böyle bir seçenek olması lazım).

Serinin 3. oyununa gelirsek, bizim kayıp kız büyümüş ve onunla oynuyoruz. Bence bu oyun da serinin 1. ve 2. hikayeleri üzerine hiç de fena değildi, yani oyunun saygınlığına uyar derecede iyiydi. Ama bir 2. oyun değildi, belki 1. oyundan iyiydi, tam emin değilim. Oyunun lunaparktaki açılış sahnesini hala unutamam mesela. Lunapark görünce de aklıma eğlence değil Silent Hill geliyor bu yüzden. 3. oyun sadece iyiydi ve beni çok etkilemedi, bu yüzden 4. oyuna geçiyorum.

Evet serinin 4. oyununa gelirsek bu sefer kasabadan pat diye ayrılıp, gözlerimizi evimizde açıyorduk. Zaten oyunun adı da Room'du. Bu oyun için de kısaca şunu söyleyebilirim ki, belki kasabada başlamıyordu ve farklı bir şeyi deniyordu ama Silent Hill'in verdiği o psikolojik rahatsızlığı sonuna kadar yaşattığı kesindi. Özellikle metroda karşılaştığımız, Halka filmindeki karaktere benzeyen kızı hala unutamıyorum. Oyunu oynarken zaman zaman kafamı ekrandan kaçıra kaçıra dövüşmüştüm bu kızla, o kadar bakmaya tahammül edemediğim ürkütücü bir şeydi kendisi.

Serinin bundan sonra ki oyunları olan Silent Hill Origins ve Shattered Memories'i ise Psp'de oynadım. Origins ilk oyuna benzer bir tat bırakırken, Shattered Memories değişik geldi ama bana bir Silent Hill havası da veremedi. Diğer oyunlar olan Homecoming ve Downpour'u ise oynayamadım. Homecoming bilgisayarımda var, Downpour'u ise çıktığı gibi Ps 3'e almıştım ama cesaret edip bir türlü başlayamadım. Sonra Ps 3 satılınca oyunu da sattım. Homecoming'e ise bir gün başlayacağım umarım ama nette yaptığım araştırmalarda pek olumlu bir tarafını göremediğimden pek heveslisi de değilim açıkçası. Silent Hill Book of Memories'i ise Ps Vita'm olmasına rağmen alıp oynamadım, demosunu indirmiştim ve izometrik bir bakış açısıyla oynanan bu oyun kendi çapında güzel olsa da bana göre bir Silent Hill olmadığı için bünyem oynamayı kabül etmedi.

Veeeee son olarak Silent Hill PT. Bu oyundan çok umutluyum. Demosunu Ps 4'e indirdim, biraz baktım ve tırsıp kapattım. Ama gerek grafikler olsun gerekse de ortam, müthiş başarılı, Hatta arkasına yeni neslin de gücünü alarak o kadar gerçekçi bir hava oluşturmuş ki, oyundan ziyade bir korku filminin başlangıcı gibi olmuş oyun. Grafikler bu kadar hayata yakın ve gerçekçi olunca Silent Hill'in nasıl ürkütücü olabileceğini siz düşünün diyeyim.

Benim Silent Hill maceram şimdilik bu kadar, umarım bazı oyunları ile bende derin izler bırakan bu oyun yeni oyunuyla da özlediğim tadı geri getirecektir. Umutla bekliyorum. Özellikle de Walking Dead dizisinden sevdiğim bir karakteri barındırdığı için umudum çok fazla. Ayrıca bir yerde okuduğum kadarıyla, bu oyunda da eski ekiple çalışılıyormuş, dolayısıyla ortaya güzel bir şeylerin çıkma olasılığı oldukça yüksek. Hadi hayırlısı.

24 Kasım 2014 Pazartesi

KÜÇÜK MUCİZE PS VITA



PS VITA'LI GÜNLERİM

Ps Vita'yı evli erkekler için bir mucize olarak gördüğümü söylemekle başlayayım yazmaya. Neden? Çünkü eşinizin yanında Tv'yi alıkoymadan oyun oynayabiliyorsunuz, ya da yan odadaki Tv'ye geçip, Ps 4'ün başına kurulsanız bile, eşinizin "Hani yarım saate geliyordun" isyanlarından kurtuluyorsunuz. Böylece hem eşinizin yanında olabiliyorsunuz hem de o Tv izlerken, siz Ps 4'ün güzel grafikli oyunlarını hiç fena olmayan bir kalitede Vita'nızda oynama fırsatı buluyorsunuz. Bu nedenle oyun oynamayı seven evli erkekler için süper bir cihaz.

Vita'yı çıktıktan yaklaşık 3-5 ay sonra hiç de azımsanmayacak bir paraya aldığımda çok hevesliydim. O zaman daha ortada ne Ps 4 vardı ne de Remote Play muhabbeti. Ps 3'de desteklediği birkaç oyun vardı ama gerek görüntü kalitesinin kötülüğünden gerekse de oyun kıtlığından bu özelliğini öğrendikten sonra da kullanma gereğini pek duymamıştım. Neyse birkaç iyi oyun sipariş edip suyunu çıkarana kadar oynadıktan sonra, güzel oyunların gelmemesi üzerine Ps Vita hevesim kaçmaya başlamıştı ki, Ps 4'ün geleceği ve Ps Vita'daki Remote Play özelliği ile tüm oyunların oynanabileceği söylentileri başladı. Ben de bunun üzerine biraz bekleyeyim dedim. Firmanın bu hamlesi sanırım hem bendeki Vita'yı satılmaktan kurtarmıştır hem de popüleritesini kaybetmiş olan Vita'nın karizmasını geri kazanmasını sağlamıştır. Neyse konumuza dönecek olursak, Vita'yı elimde tutmaya karar verdim ve iyi ki tutmuşum. Yatarak, salonda oyun oynamanın keyfi gerçekten başka oluyor ve gerek grafik kalitesi olsun gerekse de oyunun akıcılığı olsun Vita sınıfı başarıyla geçiyor.

Vita'da remote play ile denediğim oyunları sıralayacak olursam: Battlefield 4 (Single player), Call of Duty Ghosts (Single player), Fifa 14 ve Fifa 15 demo, Pes 15 demo, Don't Starve, Infamous Second Son, Transistor ve birkaç küçük oyunun yanında Destiny. Bunlar arasında en uzun oynama süresine Destiny ile ulaştım ve çok memnun kaldım diyebilirim. Nişan alması falan gayet rahat ve oyun akıcı. Destiny'i Ps 4'de oynadığımdan daha çok Vita ile oynamışımdır herhalde. O derece memnun kaldım.

Ps 4 dışında Vita kendi başına nasıl bir cihaz derseniz? İlk çıktığında vaad edilen oyunları devam etseydi, cevabım "mükemmel" demek olurdu ama maalesef çok oyun olmasına rağmen, kaliteli oyunların olmamasından ötürü tek başına yeterli değil. Yani evimde gerçek bir konsolum ya da Pc'im olmasa Vita'yı tek başına oyun oynamak için tercih etmezdim ama Ps 4 ile birleşince cihaz mükemmelleşiyor.

Vita'nın kendine has oyunlarından en iyileri sıralamak gerekirse de Uncharted Golden Abyss, Gravity Rush, Lego serileri, Walking Dead serileri, Dynasty Warriors Next (Sonra ki çıkanı oynamadım), Little Big Planet (Özellikle bu oyunda kontroller mükemmel), Dungeon Hunter Alliance, Killzone ve herhangi bir Fifa serisi. Bu oyunlarda gerçekten çok zevk aldığımı ve beraber uzun süreli oyun saatleri geçirdiğimizi söyleyebilirim. Cihaz harika, fikir çok güzel ama destek az. Bu eksiği de remote play ile kapattığı için kücük canavar tekrar gözüme girdi diyebilirim.

Yazdıklarımı burada bitirirken, Vita ile Destiny'de Nightfall yapmaya gittiğimi de belirteyim.

23 Kasım 2014 Pazar

CALL OF DUTY GHOSTS





Call of Duty Ghosts

Bugün itibarıyla Ps 4 için aldığım Ghosts'u bitirdim ve diyebilirim ki leziz bir tat bıraktı ağzımda. Öncelikle Call of Duty'nin ilk serilerini saymazsak (Call of Duty 2 ayrı bir yerdedir benim için) son yıllarda oynadığım en aksiyon dolu, sıkmayan Call oyunuydu. 


Beni en çok büyüleyen oyundaki mekan çeşitliliği oldu, uzaydan, su altına, ormanlardan, askeri üslere kadar girilmedik yer bırakmamışlar oyunda. Bu nedenle de oyun akıcılığını kaybetmiyor. Görevler tekrarlı değil ve baymıyor. Araç sahneleri falan da gayet güzeldi.

Oyunun grafikleri bazı yerlerde gerçekten çok hoşuma giderken bazı yerlerde de biraz gözüme battı açıkçası. Özellikle uzay ve su altında geçen mekanlarda grafik kalitesi çok hoşuma gitti, elimde kol öylece durup manzaraya daldığım bile olmuştur. 

Oyunun en beğenmediğim tarafı ise yeni nesile geçtiğimiz şu dönemde hala karşımıza çıkabilen bazı bugların olması. Mesela yerde sürünüyorsun ve bir düşmanı vuruyorsun, onun yanına gidip silahını alayım derken, karakterimiz adamın içinden geçiyor. Bu olay yeni nesile yakışmıyor işte, bu tip şeylerin hala aşılamaması can sıkıcı. Bir de bazı ışıklar ve vazolara ateş ediyorsun delik oluşuyor ama kırılmıyor, bu da yapay kalıyor işte. Yeni nesilde insan daha gerçekçi yaklaşımlar bekliyor oyunlardan.

Oyunun multi kısmına ise hiç bakmadım. Call serilerinin her zaman senaryosu yeterli olmuştur benim için zaten konsolda multi oynamaya da pek alışamadım, o yüzden işin o kısmına hiç girmeyeceğim. Oyunu özetlemek gerekirse, klasik bir Call oyununun verdiği zevkin yanında, her zamankinden fazla olan mekan ve aksiyon çeşitliliği ile oyunun akıcılığı arttırılmış diyebilirim. Köpeğimiz Riley ile oynanan kısımlar ise beni pek sarmadı, değişiklik olsun diye konmuş ama nasıl diyeyim biraz zorlama olmuş sanki. Oyunu diğer fps oyunlarıyla kıyaslamak da istemiyorum, sonuçta Call of Duty ne yaparsa yapsın Call of Duty'dir ve farklı bir yeri vardır her zaman. Tavsiye ediyorum herkese.




Oyunun sonunda manzaraya bakmak gibisi yok :)




ASSETTO CORSA




ASSETTO CORSA AŞKIM

Yıllardır yarış simülasyonlarıyla yatıp kalkıyorum. Bu uğurda kaç direksiyon eskittim, kaç konsol aldım, kaç pc topladım veya aldım ve donanıma ne kadar para harcadım unuttum açıkçası. Saf yarış simülasyonlarını herkes sevemez ya da oynamayı beceremez, ama sevenlerin de bu işe nasıl bir tutkuyla bağlı oldukları, bu işle nasıl ilgilendikleri ve "her oyunu oynarım abi" diyen kişilerden çok çok farklı oldukları aşikardır.

Assetto Corsa halen yapım aşamasında olan bir oyun olmasına rağmen çok sık olmasa da arayı fazla uzatmadan yayınlanan güncellemeleri ile beni benden almıştır. Hayatımda o kadar simülasyon oynamama rağmen bu oyundan aldığım sürüş hissi bambaşkadır ve ayrı bir kategoridedir. Dolayısıyla bu oyunu incelerken de biraz kıyak geçmek, daha doğrusu oyunun hakkını vermek istiyorum.

Oyunu açtığınız zaman gerçeğinden ayırt edemeyeceğiniz birbirinden güzel arabaların olduğu bir video ile başlıyor oyun. Mouse'a tıkladığımız anda bu güzelliği geçebiliyoruz ve fazla beklemeden menüye giriyoruz. İlk açılan menüde 3 ana başlık var. Main Menu, Career (ki kariyer kısmı henüz yeni eklendi) ve Special Events. Main Menüde, ayarlar ve profilimiz bulunurken, special events kısmında pek çok yarış modu bulunuyor. Bunlar drag, drift, quick race ve time attack modları şeklinde. Kariyer modunda ise Novice Series 1 (N1), N2, N3, N4, I1, I2, I3, T1, T2, T3 ve A1 modları bulunmakta. Ben henüz ilk 2 modu deneyebildim. Daha çok time attack ve practice takılıyorum. Zaten dediğim gibi kariyer modu da henüz yeni açıldı.

Oyundaki araç ve pist çeşitliliği maalesef çok fazla değil ancak oyunun henüz tam sürüm olarak yayınlanmadığını ve gelen güncellemelerle yeni araç ve pistlerin eklendiğini de belirteyim. Bazı markalarda çok fazla araç modeli varken, bazılarında 1 ya da 2 modele denk gelebiliyorsunuz.
Aşağıda araç listesini görebilirsiniz.

1- Abarth
               - 500
2- Alfa Romeo
               - Giulietta QV
3- BMW
               - 1M
               -  M3 E30
               -  M3 E30 GROUP A
               -  M3 E92
               -  M3 GT2
               -  Z4 E 89
               -  Z4 GT3
4- Ferrari
               - 312 T
               - 458 Italia
               - 458 GT2 
               - 599 XX EVO
               - F 40
               - La Ferrari
5- KTM
              - X- Bow R
6- Classic Team Lotus
      - Type 49
              - 98 T
              - 2 Eleven
              - 2 Eleven Gt 4
              - Elise 5C
              - Evora GTC
              - Evora GTE
              - Evora GTE Carbon
              - Evora GX
              - Evora S
              - Exige 240
              - Exige S
              - Exige Scura
              - Exige S Roadster
              - Exige V6 Cup
              - Exos 125
8- McLaren
              - MP4- 12C
              - MP4-12C GT3
9- Mercedes
              - SLS AMG
              - SLS AMG GT3
10- P4/5 Competizione Model 2011
11- Pagani
             - Huayra
             - Zonda R
12- Shelby Cobra
             - Cobra 427
             - Cobra 427 S/C
13- Tatuus
            - Formula Abarth

Buyurun burada da bazı pistlerimiz var:

1- Mugello
2- Spa
3- Silverstone
4- Silverstone- Natiual
5- Nürburgring GP
6- Monza 1966
7- Monza
8- Lippo Village Street Circuit
9- Magione
10- Imola

Oyundan tam anlamıyla zevk alabilmeniz için bir direksiyon sisteminin şart olduğunu da belirteyim. Oyun Fanatec'ten, Logitech'e ve Thrustmaster'a kadar pek çok direksiyon çeşidini destekliyor ve her türlü ince ayarı yapabilmenize olanak sağlıyor. Ben şöyle bir sistemle oynuyorum oyunu: Laptop ( MSI GE 70, i7 işlemci, Geforce GTX 765 M 2gb. ekran kartı, 8 gb. ram, 1 tb. harddisk ve 128 gb. SSD), Direksiyon (Logitech G27) ve laptop'un ekranı yetersiz kaldığı için full hd bir 32 inç Philips Tv. Oyun benim Pc'de gayet yüksek ayarlarda akıcı bir şekilde çalışıyor. Bu arada önemle belirtmek isterim ki eğer bu kadar komplike bir sistem kuramazsanız oyun Xbox 360 koluna da destek veriyor, ben de X Box 360'ta kullandığım X Box wireless direksiyonu takarak kullandım ve mükemmel sonuç verdi. G 27'yi tutmasa da direksiyon keyfi veriyor.




Aşağıda oyunla ilgili kendi çektiğim videoya ulaşabilirsiniz.





Son olarak bu oyunu simülasyon meraklısı herkese tavsiye ediyorum. Pc ve konsollarda denemediği simülasyon kalmamış biri olarak sözüme güvenebilirsiniz. İyi bir sistemle başına oturursanız başından kalkamayacağınıza eminim.






22 Kasım 2014 Cumartesi




İLK MOTOSİKLETİM YAMAHA X-CITY 250 cc

Bu sene yıllar süren araba sevdamdan vazgeçip, motosiklet kullanmaya karar verdim. Bunda elbette maddi olarak küçülmeye gitmenin kararlılığı da vardı, ama yıllardır hiç özenmediğim ve de tehlikeli bulduğum için kaçtığım motosiklet sevdası sonunda beni de yakaladı ve 35 yaşında motorcu oldum. Daha çok, genç yaşlarda merak salınan bu illete ben de tutulmuş oldum böylece. İllet diyorum çünkü, başlayınca bırakması gerçekten zormuş. 

Hemen hızlı bir kurs araştırması yapıp, evrakları tamam edip, derslere başladım. Yaklaşık 1 ay süren bir kurs döneminden sonra, ilk sınavda ehliyeti almaya hak kazandım ve 1 ay gibi bir sürede de ehliyetime kavuştum. Sıra gelmişti motosiklet seçimine. Kursta kullandığımız en büyük motorlar 125'likti ve vitesliydi, ayrıca çok da dandiktiler. Deli gibi gaza gelip hızlı hızlı vites geçirip bastığınızda bile anca 70'e çıkan ve bağırmaya başlayan tuhaf motorlardı. Dolayısıyla bu tip motorları eleyerek başladım motosiklet aramaya ve iyi markalara baktım sadece. Sonunda hem servisi olduğu için hem de internette methini çok duyduğum için Yamaha X Max'te karar kıldım. 250'lik ABS'li modele kafamı taktım, ancak beğendiğim bu motor meğersem o kadar tutan bir motormuş ki, gel zaman git zaman Bayii'de ne ABS'lisini ne de ABS'siz olanını bulabildim. Ben de baktım olmuyor ve artık deli gibi motor almak istiyorum, beklemeyi bırakıp X-City 250 almaya karar verdim. Hem motorları aynıydı, hem de X-Max'e göre biraz daha alçak olduğu için binmesi kolaydı. Motoru bir cumartesi günü eşimle gidip tüm teçhizatlarıyla aldık ve motorumuz pazartesi güne bize teslim edildi. Ancak kursum hala devam ettiği için ve bende de zaten cesaret olmadığı için motorumu eve kadar bir arkadaşım getirdi. Bir süre motor kapının önünde öylece yattı, ama olsun güzeldi ve ben her gün gidip bakıyordum ona. Sonra zamanı geldi ve bindim. Aman Tanrım o nasıl bir güçtü öyle, kurstaki motorlardan sonra bir sürat motoruna binmişim gibi hissettirmişti beni X-City. Elimin gazına alışması oldukça uzun zaman aldı diyebilirim. Birkaç kere çok hızlı kalkıp, fırladığım için düşme tehlikesi de geçirdiğim oldu hatta. Ama böyle kör-topal alıştık birbirimize ve şimdi mutluyuz. Alıştıktan sonra X-City 250 benim için vazgeçilmez bir parça haline geldi.


Efendim biraz motosikletimin özelliklerinden bahsetmem gerekirse, teknik özelliklerine çok girmeden anlatayım, zira ben de yeni bir motorcu olduğum için bu konudaki bilgim az. Öncelikle X-Max kadar olmasa da gayet dikkat çekici bir motor, hemen hemen her gün, nereye gidip park edersem edeyim, birileri gelip tanıştı, kaça aldın vs. diye sordu. Yani motor kendini gösteriyor. Bunun dışında artçılı kullanımda da oldukça rahat bir motosiklet. Sele oldukça rahat, artçı için de oldukça konforlu. Sele altı bagajı ufak bir sırt çantasını ve eldiven, ceket gibi şeyleri sıkış tepiş de olsa alabiliyor. Ben arkaya 2 tam kask alan Yamaha çanta taktırdım ve kaskları da elimizde taşımaktan kurtulduk. Motor artçılı kullanımda bile oldukça atak ve yokuşlarda gayet iyi fırlıyor, basınca gidiyor yani. Yanıma gelip vın vın yapan çoğu süslü ama içi boş makineyi adeta yemiştir ışıklarda. Gösterge panelinde hız, benzin ve motor hararet göstergeleri varken, dijital ekranda da saat, hava sıcaklığı, km. saati gibi bilgiler yer alıyor. Işıklandırması mavi ve oldukça şık. Alt kısımda küçük bir torpido gözü var, buraya da güneş gözlüğü, telefon gibi ekipmanları koyabilirsiniz. Bir de ufak bir kanca var altta, normalde kapalı duruyor, açıp birkaç hafif poşeti rahatlıkla takabiliyorsunuz üzerine. Kısa farlar kontağı çevirince otomatik yanıyor, yan ayağı indirince de motosiklet otomatik stop ediyor. Güzel yapmışlar. Frenlere başta biraz zor alıştım ama bunda motor tecrübemin olmaması da etkili oldu. Motorun en kötü özelliği, süspansiyonlarının sert olması, bu da özellikle taşlı yollardan geçerken çok sallanmasına neden oluyor, ama sertlik motorun ruhuna sportiflik kattığı için kabül edilebilir bir eksi bence. Birkaç fotoğrafını da paylaştığım motorum kısaca böyle. Yakıtı 100 km.'de 3-3,5 lt. civarında. 250 cc. için iyi bir değer ve henüz 1100 km.'de olduğu için belki de zamanla düşecektir. 



SPLINTER CELL BLACKLIST


Splinter cell serisi yıllardır herkesin ismini duyduğu ama popülaritesini özellikle son yıllarda yitirmiş bir oyun serisi ne yazık ki. Ne yazık ki diyorum çünkü piyasada saçma sapan olmasına rağmen tutan o kadar çok oyun varken, benim gönlüm bu oyunun bu kadar az oynanmasına ve değer görmemesine razı gelmiyor. Sana mı kaldı bunun tasası derseniz? Kalmadı tabii ama oynayacak oyun arayayıp bulamayanlara yardımcı olmayı umuyorum.

Seriyi eskiden beri az çok takip ederim, oynamışlığım da var ama özellikle son iki oyundan Splinter Cell Conviction ve Black List'ten başlamak istiyorum, ne de olsa artık grafikler ön planda ve bu iki oyunun da grafikleri gayet düzgün. Conviction'ı bitireli çok çok zaman oldu ama hatırladığım kadarıyla hikayesi falan gayet güzeldi, Black List de bu anlamda Conviction'ı andırıyor zaten. Black List için diyebilirim ki beklediğimden çok daha güzel ve iyi bir oyun çıktı karşıma. Her gün eve gelince başına oturmak için sabırsızlandığım oyunlardan biriydi de diyebilirim. 

Oyunda olayları bodoslama girerek halledebildiğiniz gibi, gizlilikle de halledebiliyorsunuz. İşleri gizli halletmek daha keyifli ve aldığınız kariyer puanları daha yüksek oluyor. Bu aldığınız kariyer puanlarına göre de ekipmanlarınızı falan geliştiriyorsunuz. 

Oyun oldukça çeşitli mekanda geçiyor. Bu bağlamda da insanı sıkmıyor. Bazı bölümler de oldukça zor, sinir geldiğinde seviye düşürüp geçtiğim bazı bölümler olmuştur. 

Oyunun senaryo modu dışında coop falan yapılan multi görevleri de var ki ben o sırada internet bağlantım olmadığı için sadece single'ını deneyip kaldırdım kenara. Ama zevkli olduğunu okumuştum birkaç yerde. Dolayısıyla single bitirip, multi de takılabilirsiniz. Oyun süresi ise ortalama diyebilirim. Ne çok kısa ne çok uzun. Aslında tam yerinde, biraz daha uzun olsa belki sıkabilirdi, ya da daha kısa olsa tadına doyamazdım. 

Ben bu oyunu "Ne oynasam acaba diyen?" herkese tavsiye ediyorum. Ajanlık, gizlilik, ekipman çeşitliliği vs. oyunun öne çıkan özellikleri. Piyasada adı sanı duyulmuş ama iyi olmayan pek çok oyuna göre de daha iyi. Verdiğiniz her kuruşu hak edecektir. 



BEYOND TWO SOULS VE HİSSETTİRDİKLERİ

Neresinden başlayacağımı, nasıl anlatacağımı bilemediğim bir oyun Beyond Two Souls. Oynayalı epey oldu ama sırf bu oyun için bile Ps 3 alınabileceğini söyleyebilirim. Uzun soluklu Ps 3 hayatımda bu makineyi özel kılan ender oyunlardan biriydi. Oynayalı çok oldu ama yazmak bugüne kısmetmiş. 

Öncelikle eşimin etkilendiği ve izlediği ilk konsol oyunudur kendisi. Eşimi oyun dünyasına biraz sokabilmek için sayısız çaba sarf etmişimdir. Hatta Ps 3 move kolundan, parti oyunlarına, kinectli X box'a kadar pek çok yola başvurmuşumdur. Bunlar fayda etmezken, sadece Beyond'u defalarca sormuştur bana:  O oynadığın oyunun ismi neydi? Beyond Two Souls oyun dünyasına bu kadar yabancı bir insanı bile kendine hayran bıraktığına göre varın siz düşünün.

Peki Beyond Two Souls'u özel kılan nedir? Bence yaşattığı duygu yoğunluğu ve hikaye. David Cage'in yaptığı diğer tüm oyunlardan sonra ki Fahrenheit ve Heavy Rain'i de oynamış biri olarak, bittiğine üzüldüğümü ve yıllar sonra bile aklıma geldiğini söyleyebilirim. Ama en az bu oyunlar kadar etkisi olan  Silent Hill 1, Silent Hill 2 ve Alone in the Dark A New Nightmare'i de hemen parantez arasına ekleyeyim. Neyse konuyu fazla dağıtmadan tekrar vurgulayayım. Beyond Two Souls'u özel kılan nedir? Duygu yoğunluğu ve hikayedir. Bir oyunun eğlenceden çok daha fazlası, edebi bir kitap ya da duygu yoğunluğu ile yazılmış bir şiir de olabileceğini kanıtlamıştır Beyond Two Souls. Bu alışılmadık tarzı nedeniyle de kimi insanlar tarafından acımasızca eleştirilmiştir. Eleştirileri şu şekildedir: "Doğru dürüst oynamıyorsun bile, şu tuşa bas, bu tuşa bas". Ama bence göremedikleri şudur, bu bir oyundan çok özenle yazılmış bir edebi kitap ya da özenle yönetilmiş bir sinema filmi gibi sanatsal bir eserdir. Nasıl ki bir roman okurken kitabın kahramanı gibi yaşarsınız ya da bir film izlerken kendinizden bir şeyler bulup "aman oraya girme, aman şunu yapma" gibi tepkiler verirsiniz, işte bu oyun da tam böyle duygular hissettirir size. Sadece oynadığınızın bir oyun olduğunu unutup, arkanıza yaslanmanız ve David Cage'in anlattıklarına kendinizi bırakmanız gerekmektedir. Üstelik o bu güzel hikayeyi yaparken sizin de olaylara müdahale etmenizi istemiş ve pek çok sonucu olabilecek tercihleri size bırakmıştır. Yani çoğu oyuncunun dediği gibi "o tuşa bas, şu tuşa bas" yaparken, aslında sizin o karakteri giymenizi ve onun hayatına bir yön vermenizi sağlamıştır. Verdiğiniz her kararın farklı bir senaryoya yol aldığı bu oyunda iyi bir karşılık mı göreceğiniz yoksa kötü bir bedel  mi ödeyeceğiniz tamamen sizin kişisel karakterinize kalmıştır. 

Tamam anladık da, konu ne? Karakter kim? Bunlara hiç değinmemişsin diyenlere ise sadece şunu söyleyebilirim: Gidin ve oynayın bu oyunu. Çünkü yukarıda yazdığım gibi bu oyunu özel kılan hissettirdikleridir. Bana hissettirdiklerini yazmanın oyunun içeriğini anlatmaktan daha etkili olacağını ve sizi merakta bırakacağını düşünerek yazımı bitiriyorum. 

21 Kasım 2014 Cuma




EN SON NE OYNADIM?

En son Ps4'e çıktığı gibi aldığım Call of Duty Ghosts'u, Destiny'i ve Steam indirimlerinden aldığım Rage'i oynadım. Hala da oynuyorum.

Call of Duty ile başlarsak, oyun Ps 4 çıkışına yetişsin diye bana biraz aceleye getirilmiş gibi geldi, ama gene de beğendim. Beğenmediğim Ps 4'de ki grafik kalitesi diyebilirim, ama haksızlık da etmeyeyim, Infamous gibi bir grafik kalitesi beklediğim için de öyle gelmiş olabilir. Oyunun yarısına kadar gelmişimdir sanırım, her bölümdeki aksiyon gayet iyi, görevler baymıyor. Köpek olayı benim pek hoşuma gitmedi. Köpekli sinematikler falan güzel de ben köpekle oynamaya alışamadım. Oyun hakkındaki kısa fikirlerim böyle, artık eskidiği için indirime girmiştir sanırım, ben Ps 4'de oyun az diye almıştım ve dediğim gibi yeni oynamaya başlayabildim bazı nedenlerden dolayı. Aldığım fiyatın oyunu değilmiş ama oynamaya da değer bir oyun, indirimden alın oynayın, bence Call of Duty'deki vuruş hissi hala pek çok oyunda yok, o nedenle de değerli bir oyun bence.

Destiny'e gelirsek. Aslında hiç tarzım olmayan bir oyundu ama üyesi olduğum Ps 4 grubundaki arkadaşların hepsi alınca, ben de maksat muhabbet olur diye oynamaya başladım. Fark ettim ki oynamaya başlayınca insan bırakamıyor. Oyunda tam bir hikaye falan da yok ve ben hikayesiz oyunları pek beğenmem, ama bu oyuna ne zaman başlasam Ds 4'ü elimden bırakamadım, o derece sardı beni. Sanırım şu level kasma olayı yüzünden bu kadar oynatıyor kendini, garip bir şekilde şöyle bir silah düşürsem, şöyle bir zırh kazansam falan derken, bir bakmışın tüm gün gitmiş. Bu nedenle diyebilirim ki bence başarılı bir oyun, çünkü bağımlılık yapıcı, ayrıca arkadaşlarla oynanınca çok daha zevkli. Muhabbet falanla iyi gider.

Gelelim son oyunumuz Rage'e. Bu oyun ilk çıktığında yeni sayılacak kadar yakın bir zamanda topladığım masaüstü bilgisayarımda sorun çıkarmıştı. Oynayamamıştım. Sadece oyunun açılış sahnesini falan görmüş ve hevesim kursağımda kalmıştı. Dolayısıyla Steam indirimlerinde görünce hemen atladım. İlk birkaç gün boyunca çok da fazla zaman harcamayarak oynadığım Rage için zamanında ki üzüntümün saçma olduğunu anladım. Ama şu bir gerçek ki bence grafikler çağına göre hala daha gayet iyi. Oyun ne kadar oynanmaya değer? Biraz sabırlı olur ve zaman harcarsanız keyifli hale gelmeye başlıyor. İndirimde alınıp, oynanabilir.